Önceliklerimiz

1967’de İsrail ile bir dizi Arap ülkesi arasında yaşanan “Altı Gün Savaşı” hatırlanınca, İsrail’in İran’a açtığı, ABD’nin de bir günlüğüne karıştığı savaş için en uygun ad “12 Gün Savaşı”. İran’ın, gerek İsrail’in ilk günkü bombalamasından ve hedefini on ikiden vuran suikastlarından itibaren çok zayiat vermesi, gerekse Amerika’nın B-2 uçağından attığı dünyanın en ağır bombasının Fordo nükleer tesisinde ciddi hasar yaratması dolayısıyla bu savaşta ciddi bir dayak yediği izlenimi pek yaygın. Oysa ilk izlenimler her zaman en isabetli sonucu vermez.
Savaş tarihi açısından çok özel bir yer tutan bir davranışla karşı karşıyayız: Trump neden bir gün dünyanın en tahripkâr bombasını İran’ın tepesine fırlattı, ama ertesi gün her iki ülkeyi de ateşkese zorladı? Bunu doğru yorumlamadan bu savaşın kazananını kaybedenini tespit etmek mümkün değil. Bunu doğru yorumlamak için de İsrail’in bu savaşı neden başlattığını ve (Trump’ın baskısı altında) neden bitirdiğini anlamak gerekiyor.
İsrail için bu savaş, Ortadoğu’yu (Batı Asya’yı) “direniş ekseni”nden arındırma savaşının yeni (ve umuluyordu ki belirleyici olacak) bir evresi idi. Hamas’ı yenilgiye uğratamamakla birlikte Gazze’yi yerle bir etmişti. Hizbullah’ı, çok geniş bir lider kadrosunu öldürerek hareket edemez hale getirmişti. Suriye’deki Baas rejiminin varlığına (Erdoğan Türkiye’sinin yardımıyla) nihayet son vermişti. İran’a saldırı, rejimin devrilmesi için ortam hazırlamayı hedefliyordu. Gerekçe olarak da İran’ın nükleer silah geliştirmesinin yarattığı “hayati tehlike” kullanılıyordu. İran’ın ilk günden sonraki yanıtı bu ülkenin kolay yutulacak lokma olmadığını gösterdi. İsrail İran’da ağır zayiata yol açtı ama karşılığında kendisi de esaslı bir sille yedi. Belki bundan da önemlisi, İran halkının hatırı sayılır muhalif kesimleri, rejime karşı son derecede tepkili olmasına rağmen İsrail’in saldırısı karşısında vatan savunması uğruna safları sıklaştırdı.
İki bölgesel düşman arasındaki ilişkiler bu minvalde iken Trump’ın “bir gece ansızın” B-2 ile İran semalarında görünmesinin ama ertesi sabah savaşı bitirmek için kolları sıvamasının tek bir anlamı vardı. Belki aylar, belki uzun yıllar sürecek ve kazananı olmayacak bu savaşı müttefiki Netanyahu’nun prestijini yerle bir etmeden bitirmek için onun arkasına sığınabileceği bir efsane yaratmak. İran’ın nükleer silah imal etme kapasitesini “yok etme” iddiası sadece bu anlamı taşıyordu. Pentagon istihbaratının CNN ve New York Times’a sızan raporu ve Birleşmiş Milletler Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun sözcüsünün açıklaması İran’ın kapasitesinin sadece birkaç aylığına ertelenecek ölçüde hasar gördüğünü söylüyordu ama Trump “yok ettik” nakaratına devam etti. Neden? Çünkü Netanyahu aynen Suriye’de Beşar Esad’ı devirdiği gibi İran’daki rejimi de devirmek amacıyla savaşa girerken gerekçe olarak “nükleer silahlanma tehdidi”ni göstermişti. Trump, “nükleer tehdid”in “yok edildiği”ni söyleyerek Netanyahu’nun gerekçesini elinden alıyordu. Hem kazanılamayacak bir savaş bitsin hem de kendi MAGA hareketindeki Ortadoğu’da savaşa girmeye karşı unsurlar sussun diye bunu yapmak zorundaydı.
O zaman demek ki İran “dayak” yememiştir! Aksine İsrail amacına ulaşamamıştır. Savaştan zararlı çıkan odur. Belki İran zafer kazanmıştır demek doğru değildir ama yenilmediği, savaşın esas İsrail’in İran’a tek başına ölümcül bir tehdit olmadığını kanıtlayarak güç dengesinde ibreyi İran lehine çevirdiği kesindir.
Dünyada ve memlekette buna üzülen çok oldu. Daha ilk günden “rejim değişikliği” lobisi kadınların mollalar rejimi tarafından ezilmesini esas eksen tutarak İsrail ve ağa babası ABD’nin yanında saf tuttu. Kimse 2022 “Jin Jiyan Azadi” isyanını bizim kadar ciddiye almış olmasın! Bütün yayınlarımız bunu gösteriyor, isteyen açar bakar. Ama biz 2019’da doruğuna ulaşan işçi, emekçi ve yoksullar isyanını da ondan aşağıya kalmaz biçimde önemsedik ve savaş sırasında bile bir yandan İran’ı İsrail ve ABD’ye karşı koşulsuz desteklerken aynı zamanda bu mücadelelere sahip çıktık. Ama rejim değişikliği lobisi bu savaşın konusunun İran rejiminin gericiliği değil İsrail’in Batı Asya bölgesinde rakipsiz hâkimiyeti olduğunu anlamaktan kaçınacak kadar iğrenç ya da anlamaktan âciz olacak kadar eblehti. Haydi onları bir yana bırakalım. Sosyalist hatta Marksist saflarda bile İran rejiminin karakteri dolayısıyla içten içe İran’da rejimin yıkılmasını isteyenler az sayıda değildi.
Bunlara dur demek gerekiyor. Öncelikleri iyi saptamak gerekiyor. Söz konusu olan, işçi sınıfının bilinçli öncüsünün ve enternasyonalist Marksistlerin öncelikleri.
Kendimize örnek olarak Trotskiy’in İkinci Dünya Savaşı’nın ilk yılı içinde (o yılın sonunda Stalin’in emriyle katledilecektir) ortaya koyduğu öncelikleri örnek alabiliriz. 1939-1941 arasında, birçok sosyalist Molotov-Ribbentrop Paktı olarak anılan SSCB-Nazi Almanya’sı anlaşması dolayısıyla Sovyetler Birliği’nin artık savunulacak bir yanı kalmadığını, onun da “rejim değişikliğine” uğratılması gerektiğini ileri sürmeye başlamıştı. Trotskiy bu yaklaşıma şöyle karşı çıkacaktı:
“Bizim için Sovyet bürokrasisini devirme sorununun, SSCB’deki üretim araçlarında devlet mülkiyetini koruma sorununa tabi olduğunu; bizim için SSCB’deki üretim araçlarında devlet mülkiyetini koruma sorununun dünya proleter devrimine tabi olduğunu bir an bile gözden kaçırmamalıyız.” (Marksizmi Savunurken, Kardelen Y., s. 53)
Burada taktik tartışılmıyor, ilkesel öncelikler tartışılıyor.
Bizim de enternasyonalist Marksistler olarak ya da işçi sınıfının bütününün uzun vadeli çıkarlarını savunan proleter sosyalistleri olarak önceliklerimizi şöyle saptamamız gerekiyor.
Demokratik haklar sorunu, bu hakların hangi sınıf ve/veya ulusun çıkarları uğruna savunulduğuna bağlı olarak farklı değere sahiptir. Şayet burjuvazinin veya emperyalist ülkelerin/ulusların çıkarları uğruna bir “demokratik hak” savunusu söz konusu ise bu sahtekârlıktır, bizim önceliklerimiz arasında yer almaz.
“İnsan hakları emperyalizmi” bugün dünya çapında emperyalist ülkelerin uyguladığı bir politik stratejinin yerleşik adıdır. En basit örneği verelim: Bugün emperyalizm (ister eski sömürgeci Avrupa emperyalizmi ister onun ağa babası Amerikan emperyalizmi) kara Afrika’nın Sahil bölgesi olarak anılan batısında Mali, Burkina Faso ve Nijer adlı ülkeleri son yıllarda başa geçen askeri cuntalar dolayısıyla darbecilik ile suçluyor. Bunun tek bir nedeni var: Bu üç ülkedeki darbe yönetimleri emperyalist (Fransız ve Amerikan) askerî güçleri ülkelerinden kovdular. Şimdi esas olarak Rusya’ya yaslanan bir politika izliyorlar. Daha önce var olan ve büyük ölçüde Holivud dekorundan ibaret olan seçimli sistemlerin devrilmesi emperyalizme bunun için dert oluyor. Buna karşılık aynı dönemde Çad’da ve Sudan’da kendi lehlerine düzenlenen ve kendilerinin de katkıda bulundukları ya da ayakta tutmaya çalıştıkları darbelere ağzını açmıyor bu ülkeler.
Bu yeni bir şey de değil. Emperyalizmin tarihi bu çirkin ikiyüzlülükten örülmüştür. Bu yazının başında gördüğünüz fotoğrafın çekildiği dönemde Avrupa emperyalistleri Afrika ülkelerini aralarında paylaşarak köleleştirmişken Osmanlı’ya Bakan halkları ya da Ermeniler konusunda sabah akşam demokratik haklar, talepler yöneltiyordu! Ezilen Balkan halklarına ve Ermenilere elbette destek gerekiyordu ama emperyalistlerden değil, işçi sınıfı ve diğer ezilen uluslardan! Emperyalizmden gelen destek bir gün mutlaka bedeli ödettirilecek bir destektir!
İkincisi, hiçbir gerici rejimin, emperyalistlerin açacağı savaşlar sonucunda o ülkenin halkının özgürleşmesine olanak sağlayacak biçimde ortadan kaldırılacağını beklememeliyiz. Emperyalizm ezilen halkları ya (modern tarihte son derece yaygın birçok örnekte görüldüğü gibi) mücadelenin bir aşamasında yüz üstü bırakacak ya da daha da ileri giderek koşullarını kötüleştirecek, tam köleleştirecektir. Filistin halkı bir yüzyıl önce Osmanlı’nın kapitalizm-öncesi sömürgeciliğinden kaçmak için en büyük emperyalist İngiliz İmparatorluğu’nun himayesine sığınmıştı. Bir yüzyıl sonra hâlâ en zaliminden bir sömürgeciliğin boyunduruğunda ve soykırımla kırılıyor!
Üçüncüsü, sınıf iktidarının burjuvaziden işçi sınıfına geçişi mutlak bir önceliktir. Ne sözde demokrasiye bakılır ne barışçıl yöntemlerin uygunluğuna. Burjuvazinin sınıf iktidarının sömürülen sınıfa geçmesini engellemek için uygulayacağı şiddete aynı güçte bir şiddetle cevap vermeye hazır olmayan hiçbir devrim, sınıf iktidarının sömüren sınıftan sömürülen sınıfa aktarılmasını amaçlayan hiçbir hareket başarıya ulaşamaz. Oysa insanlığı kapitalizmin barbarlığından kurtaracak olan bu atılımın dünya durumunu belirleyecek bir güçte ve ölçekte yapılabilmesidir.
Öyleyse, bizim için siyasi demokrasinin değerinin, hâkim sınıfa ve emperyalizme mi yoksa ezilen halklara ve sömürülen sınıflara mı güç getireceği sorununa tâbi olduğunu; bizim için savaşlardaki tutumumuzun en büyük düşmanımız olan emperyalist kapitalizme darbe vuracak olup olmadığı meselesine tâbi olduğunu; bizim için her mücadelenin son tahlilde sömürülen sınıfların zaferine ve iktidarı devralmasına yarayıp yaramadığı kıstasına tâbi olduğunu bir an bile gözden kaçırmamalıyız.
Gerisi lafügüzaftır.
Bu yazı Gerçek gazetesinin Temmuz 2025 tarihli 190. sayısında yayınlanmıştır.