Faşizm, ABD’yi savaş alanına çeviriyor

Donald Trump, göreve tekrar gelmesinin üzerinden çok geçmeden faşist programını uygulamaya koydu. Şu aşamada ABD faşizminin “dahilî” düşmanlarına üç yönlü bir taarruz yürütüyor. Bu taarruzun bir boyutu, Demokrat Parti’nin ideolojik kaleleri olarak gördüğü ve geçtiğimiz iki yılda Filistin eylemleriyle gündeme gelmiş üniversitelere yönelik. Bir diğeri, kamu emekçilerinin toplu sözleşme haklarının ilgası, devletin “sınıflar üstü” görüntüsünü koruyabilmek amacıyla zaman zaman işçi lehine karar çıkaran Ulusal Çalışma İlişkileri Kurulu’nun (İngilizce kısaltmasıyla NLRB) feshi vb. hamlelerle doğrudan doğruya işçi sınıfına yönelik. Taarruzun son ayağı ise polisin göçmen avcılığıyla sorumlu birimi Göçmen ve Gümrük Güvenliği Kolluk Kuvveti (İngilizce kısaltmasıyla ICE) ve seyahat yasakları gibi yollarla göçmenleri hedef alıyor.
Zaman zaman bu saldırılar iç içe geçiyor. Bunun en bilinen örneği Mahmud Halil ve Rümeysa Öztürk’ün durumları. Suriye’de bir Filistin mülteci kampında doğup büyümüş olan Mahmud Halil, Columbia Üniversitesi’ndeki Filistin eylemlerinde öne çıkmıştı. Oturma iznine sahip olmasına rağmen ICE, Halil’i New York’ta oturduğu evden yasadışı biçimde götürüp Louisiana eyaletinde bir göçmen hapishanesine atmıştı. Keza öğrenci vizesiyle ABD’de bulunan Türkiyeli Rümeysa Öztürk, güpegündüz, sokak ortasında kendilerini ICE yetkilisi olarak tanıtan maskeli adamlar tarafından tutuklanıp bir ICE zindanına atılmıştı. Bu durumda ABD vatandaşı statüsünde olmayanlara ve üniversitelere yönelik saldırılar, Donald Trump’ın Siyonist soykırıma tam gaz desteğiyle beraber tek eksende birleşmişti.
Mahmud Halil’in tutuklandığı 8 Mart’tan bu yana geçen sürede belli başlı büyük şehirlerde ICE, göçmen avına devam etti. Sınır kapılarında sorgular, toplu sınır dışı etme kararları, turistleri bile kolundan tutup zorla ICE karakollarına götürmeler gırla gitti. Ancak faşizm, en adî ırkçı ve yabancı düşmanı burjuva politikalarından ayrılan yönünü, vahşi işçi düşmanlığını da göstermekte gecikmedi.
Göçmenlere saldırı, işçi sınıfına saldırıdır!
Trump, iktidara ikinci kez geldikten kısa bir süre sonra “Bir milyon yasadışı göçmeni ülkeden kovacağım” diye and içmişti. Bu yeminini uygulamaya koyduğu yerlerden biri, ezici çoğunluğu Latin Amerika kökenli emekçilerden oluşan, Paramount isimli bir banliyö-kent. Paramount, Kaliforniya eyaletinin en güneyinde, Meksika sınırına arabayla birkaç saatlik uzaklıktaki Los Angeles’ın bir uydusu.
İşte bu banliyö-kentte ICE, göçmenlere işyerlerinde veya gündelik iş aradıkları büyük mağaza otoparklarında saldırdı. Gözaltına alınan göçmenler, ICE’ın zoruyla mahkemeye çıkarılacak, şayet kayıt dışı oldukları tespit edilirse ülkeden sürülecek, ya ülkelerine iade edilecek ya da El Salvador’daki kaçak göçmen kamplarında balık istifi işkence göreceklerdi. Ancak şimdilik Trump’ın Beyaz Saray hesabı, Güney Kaliforniya’nın çarşısına uymadı.
Paramount’ta Latin Amerika kökenli emekçilerin başlattığı isyan, hızla tüm bölgeye yayıldı. Paramount’ta halk, polis araçlarını yakarak, yeri geldiğinde ICE birimlerine saldırarak, yeri geldiğinde mahallelerine göğüslerini siper ederek kimseyi teslim etmeyeceklerini dile getiriyor. 10 Haziran tarihinde ise isyan eyaletin kuzeyine sıçrama eğilimine girdi. Chicago ve New York gibi başka büyük kentlerde de büyük gösteriler meydana geliyor.
Ancak Paramount vak’asını benzerlerinden ayıran en büyük unsur, ne Trump’ın ne de başka hükümetlerin daha önce yapmadığı biçimde işçi düşmanlığıyla ırkçı göçmen karşıtlığının iç içe geçmesi oldu. Göçmenlere okullarda, mahallelerde, yaşam alanlarında saldırmak, ICE’ın alışılageldik bir yöntemi. Ancak iş yerlerinde yahut iş ararken saldırmak, göçmen statüsünün ötesinde, doğrudan ve fiziksel bir sınıf saldırısı özelliği taşıyor.
Ancak bu saldırı, sadece işyerlerine saldırmakla sınırlı kalmadı. Aynı zamanda bir işçi liderini de doğrudan hedef aldı. Uluslararası Hizmet İşçileri Sendikası (İngilizce kısaltmasıyla SEIU) örgütünün Batı Yakası’ndan sorumlu başkanı David Huerta, 6 Haziran Cuma günü ICE’ın Los Angeles’ta baskın yaptığı bir işyerinde gözlemci olarak vazife yaparken polisin işine müdahale ettiği gerekçesiyle gözaltına alındı. Gözaltı işlemi esnasında aldığı yaralardan dolayı hastanelik olan Huerta, ancak üç gün sonra (9 Haziran) ve 50,000 dolar kefaletle serbest bırakıldı.
Bu iki etmen, hadiseye doğrudan doğruya bir sınıf karakteri kazandırıyor. Aynı şey, söz gelimi beş yıl önceki George Floyd İsyanı için söylenemez. Elbette orada da sınıf dinamikleri vardı: polisin dizini göğsüne basarak boğduğu yoksul bir güvenlik görevlisi olan Floyd’un ölürken söylediği “Nefes alamıyorum” sözünün hızla tüm hareketin sloganı haline gelmesindeki başlıca etmen, siyahi halkın yoksulluğu ve sefaletiydi. Ancak orada ırkçı saldırının hedefi de, mücadelenin başlıca öznesi de, hareketin söylemi de daha genel olarak siyahi halk etrafında örgütlenmişti. İşçi sınıfı, bir sınıf olarak kendi örgütleriyle isyana sonradan ve çok kısmî olarak destek vermişti.
Yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için söyleyelim. Göçmen düşmanlığı, çoğu zaman pratikte işçi düşmanlığıyla iç içe geçer. Yanında sermayesiyle, yatırımıyla, başka devletlerin gücüyle gelen zengin göçmenleri hedef alan ırkçı hareketler pek azdır. Gerek ırkçı sokak hareketlerinin, gerek göçmen karşıtı yasaların pratikteki esas hedefi, ya canını kurtarmak ya da ekmeğini kazanmak için yurdunu, evini barkını terk edip gurbet ellerde umut arayan yoksul kitlelerdir. Ancak bu saldırı, esasen göçmenlik statüsüne yöneliktir. İşçi düşmanı yönü arka plandadır. Paramount’ta ve Los Angeles’ta yaşanan ise, göçmene sadece göçmen olarak değil, işçi olarak da açıktan bir saldırıdır.
İsyanın anatomisi
Meselenin Los Angeles havalisinde patlak vermesi tesadüf değil. Bu durum, sadece Los Angeles’ın sınıra yakın büyük bir kent olmasıyla açıklanamaz. Teksas, New Mexico gibi eyaletlerde de benzer şehirler olsa da buralarda benzer bir dinamik görünmüyor. O hâlde ABD’nin belki 1930’lardan beri ilk işçi isyanının Los Angeles’ta gerçekleşmesi neye bağlı?
Los Angeles, Amerikan burjuvazisinin en kerli ferli kesimlerinden bazılarının, mesela Hollywood şöhretleriyle medya devlerinin yaşadığı kent. Öte yandan, çoğunluğu Latino - Latinalardan ve kısmen Güneydoğu Asya göçmenlerinden oluşan, hizmetten sanayiye her tür işte çalışan, sendikalı-sendikasız, fakat göçmen örgütleri ve köken ülke (Meksika, Honduras, Vietnam, vb.) bağlarıyla birbirine bağlı, canlı bir işçi sınıfına da sahip. Son elli yıldır sendikalar ve sol örgütler çözüldükçe bu göçmenlik statüsü ve milliyet temelli örgütlenme daha büyük önem kazandı. (Yine de belirtmek gerek: Los Angeles, yüzde 14,7 sendikalaşma oranı ile ABD işçi sınıfının en örgütlü olduğu büyük şehirlerden biri.) Bu yapılar her ne kadar göçmen işçi hareketinin siyasi olarak ufkunu kimlik temelinde daraltsa bile, örneğin beyaz işçi sınıfının aksine göçmen işçilerin örgütlü kalmasını sağladı. Siyahi emekçi kesimler ise Los Angeles şehrindeki geniş bir mahalleye neredeyse hapis biçimde, en büyük örgütleri Kara Panter Partisi’nin 1970’lerdeki çöküşünden sonra rakip çetelerle polisin arasındaki çok yönlü savaştan kendini sakınmaya çalışarak, savunmada bir yaşam sürdürüyor. Yine de zaman zaman ırkçı polis şiddetine karşı isyana başvurmaktan geri durmuyor.
Yani Los Angeles, ABD’de etrafındaki banliyölerle birlikte sınıf kutuplaşmasının en sert yaşandığı bölgelerden biri. Bir yanda burjuvazinin en şaşaalı temsilcileri, öte yanda şu veya bu biçimde örgütlü bir işçi sınıfı. Bu ikisinin arasında zengin mahallelerinde oturan, hali vakti yerinde küçük ve orta ölçekli burjuvalar, bilhassa Şahçı İran diyasporasıyla Yahudi cemaatinin kalburüstü kesimleri yer alıyor. Cumhuriyetçi Parti’nin bağrında yer alan ırkçı ve Yahudi düşmanı eğilimler, bu tabakaları Demokrat Parti’nin sağ kanadına itiyordu. Ancak Filistin hareketinin 7 Ekim’den beri öne çıkması ve Trump’ın Filistin’e karşı Demokrat Parti liderliğine göre bile daha sert ve haşin tutumu, Siyonizme göbekten bağlı bu kesimi Cumhuriyetçiler’den yana çevirdi. Geçtiğimiz sene üniversite kampüslerindeki Filistin’e Özgürlük kamplarını polisten evvel basan sivil çeteler arasında bu tabakanın çocukları da vardı. Yani sınıf çatışması, milliyet temelli ve ideolojik çatışmalarla çok sert biçimde iç içe geçiyor.
Bütün bu patlayıcı karışımı yüksek basınçlı bir alana hapseden bir olgudan daha bahsetmek gerekir. ABD’de polis teşkilatları, merkezi bir sisteme (mesela İçişleri Bakanlığı) değil, tek tek yerel yönetimlere ve eyalet yönetimlerine bağlıdır. Bu durum, bir yandan polis teşkilatları arasında şiddet dozu farklılığına sebep olur, fakat öte yandan da teşkilatları bulundukları şehirlerin siyasetinde söz sahibi yapar. Los Angeles, belki New York’la beraber polisin en vahşi, en sert, askerî teçhizat donanımı en yüksek, yerel yönetimde en büyük söz sahibi olduğu şehir. Bu durum da bir yandan herhangi bir toplumsal muhalefeti çok büyük bir polis şiddetiyle karşı karşıya getiriyor, fakat öte yandan da işçi ve halk örgütlerini polisle çatışma konusunda tecrübeli kılıyor.
Bu şartların bir araya geldiği başka bir şehir ya da bölge yok. Göç meselesi, (son iki yılın en patlayıcı siyasi meselesi olan) Filistin, sınıf mücadelesi ve polis şiddeti, ABD’nin başka hiçbir noktasında bu denli iç içe geçmiyor.
İsyanın seyri
Mesele, Paramount halkının ICE’a direnmesiyle başladı, Huerta’nın göz altına alınmasıyla bütün Los Angeles bölgesine yayıldı dedik. Los Angeles polisi, tüm bu süreçte kendinden bekleneni yaptı, dört günde dört yüze yakın göstericiyi kafa göz yararak göz altına aldı. Fakat Trump, yerel polisin bu “performansından” memnun kalmamış olacak ki, ikinci günden itibaren doğrudan merkezî hükümete bağlı Ulusal Muhafızlar diye anılan ordu biriminden 4000 askeri devreye soktu. İsyan yine de dinmeyince de dördüncü günde Amerikan silahlı kuvvetlerinin en kötü şöhretli birimlerinden, Doğu Pasifik’te, Kore’de, Vietnam’da kan dökmekle ünlü bahriye piyadelerinden 800 kadarını öne sürdü. Sanki şehrin altını üstüne getiren Trump’ın emirleriyle hareket eden bu hoyratlar değilmiş gibi, Trump bir de sosyal medya platformlarından “Ben Ulusal Muhafızlar’ı göndermeseydim şehri şimdi alevler sarmıştı” diye böbürlendi. Amerikan emperyalist burjuvazisi, sanki kitlelere “Evet, tüm mücadeleleriniz aslında bir, hepsinin ardında esas düşman olarak biz varız” mesajını bizzat vermeye çalışırcasına, tüm bu cehennem ortamında bir de İsrail uçağının Los Angeles semalarında süzülmesine müsaade etti. Üstelik tam da Siyonist yapının Gazze’ye insani yardıma giden ve dünyanın dört bir köşesinden şöhretli gönüllülerle dolu gemi Madleen’in önünü kestiği gün.
Los Angeles halkı, polisle ve göçmen avcılarıyla başa çıkmakta ustadır. Ordu birimleri devreye girene kadar da mahalle mahalle direnmeyi, komşularını, evlatlarını, iş arkadaşlarını ICE’a teslim etmemek için de kıran kırana mücadele etmeyi sürdürdüler. Göçmenlerin geldiği ülkelerden Meksika ve Honduras bayrakları, Filistin bayrakları ve puşileriyle yan yana dalgalandı. ICE kısaltmasının aynı zamanda İngilizcede “buz” kelimesine tekabül etmesine atıfla “LA, buzların eridiği yerdir” yazılı pankartlar, “Faşizmi durduralım” sloganlarıyla yan yana geldi. ABD solunda Trump’ın faşist olup olmadığı, ilk Başkanlığı (2016-2020) döneminde çok tartışılmıştı. Ama sokak hareketinin doğrudan anti-faşist sloganları benimsemesi, yeni bir gelişme. Keza halkın arasından basına konuşanların bazıları, askerin 6 Ocak faşist kalkışmasını köşede oturup izlediğini, ancak Anayasal hakkını kullanan göstericilere saldırmakta beis görmediğini işaret etti.
Los Angeles savaş alanına dönerken ABD’nin diğer büyük şehirleri de bu isyandan nasibini aldı. ICE, San Francisco havalisinde, New York’ta, başkent Washington DC’de, Houston’da göçmen avlayıp mahkeme önüne çıkardıkça halk, duruşmaları durdurup göçmenleri serbest bırakmak için mahkeme önlerini doldurdu. Kimi örgütler de doğrudan göçmen mahallelerinde eylemler düzenledi. (Bunların bir kısmı, mahalleleri tehlikeye düşüreceği sebebiyle eleştirildi.)
Tüm bu şehirlerde polis, gösterilere çok şiddetli tepki verdi. Polisin görece daha yumuşak olduğu şehirlerde bile gözaltılar, ses ve sis bombaları, plastik mermi ve biber gazı kullanımı görüldü. Örneğin San Francisco’da 9 Haziran’daki gösteride 152 kişi gözaltına alındı. Bir yandan ülke sathında göçmen avcılığı, bir yandan direniş devam ediyor.
Bu siyasi depremin merkez üssü Los Angeles’ta ise durum karışık. Doğrudan merkezî devlete bağlı birliklerin devreye girmesi, bir yandan kitle hareketini temkin ve kısmen paniğe sevk ederek yavaşlattı. Ama öte yandan da Demokrat Parti’nin elinde olan Kaliforniya Valiliği ve Los Angeles Belediyesi’ni zayıf da olsa bir konum almaya itti.
Elbette Demokrat Parti, her zaman olduğu gibi “Aman olaylar kızışmasın” tavrı içinde kitlenin önünü almaya yönelik adımlar attı. Bunu iki yolla yaptı. Birincisi, meseleyi göçmen işçiler ekseninden kaydırarak “bir meczubun (Trump) eyaletin haklarına hoyrat müdahalesi” şemasına sokmak oldu. Los Angeles Belediye Başkanı, 10 Haziran gecesi olayların önünü almak için sokağa çıkma yasağı ilan etti. Aynı gece, olayları Trump’ın “yerel yönetimleri yerinden etmeyi öğrenmek için kullandığı bir deney” olarak niteledi.
İkincisi ise elbette barışçıl gösteri telkini oldu. Kaliforniya Valisi (ve muhtemelen Demokratlar’ın 2028 seçimlerindeki Başkan Adayı olacak) Gavin Newsom, askerin ve polisin el ele kafasını gözünü yardığı halka “barışçıl gösteri” ve “Trump’ın bizi bölme çabalarına panzehir olma” çağrısında bulundu. Aynı esnada Los Angeles polisi, 101 numaralı otobanı kesen göstericilerden 67’sini tutuklamakla meşguldü. “Yerel yönetim” de “birlik-beraberlik” de, bizzat bu lâfazanlarca berhava edildi yani.
Elbette ne Belediye Başkanı’nın, ne “Sayın Vali”nin ağzından ne göçmen, ne işçi kelimesi dökülmüş değil.
İsyanın temel çelişkileri
Bu isyanı George Floyd ve daha önceki ezilen halk isyanlarından ayıran en büyük özelliği, çok daha doğrudan bir sınıfsal kökeni olması dedik. Bu yanıyla isyan, Trump’ın faşizminin önünü kesebilecek tek güce yaslanıyor. İsyanın bu şekilde gündeme gelmesinde de Los Angeles ve civarındaki uydu kentlerin özel koşulları yer alıyor.
Ancak tam bu noktada isyanın üç büyük sınırına değinmiş oluyoruz. Birincisi, sınıf kutuplaşmasının ve karşılıklı örgütlülüğün göç, Filistin, polis şiddeti gibi önemli siyasi meselelerle bu denli iç içe geçtiği başka bir bölge yok (kısmen New York sayılabilir, ama şu anda New York’ta Los Angeles benzeri bir hareketlilik görülmüyor). Dolayısıyla isyan yayıldıkça onu özgül kılan, dahası, niceliksel değilse de niteliksel olarak bu isyanı daha öncekilerden daha güçlü kılan özelliğini yitirme tehlikesi taşıyor. Seattle, Houston, San Francisco ve diğer şehirlerdeki gösteriler, daha dar anlamda göçmen hakları ve soyut bir “demokrasiyi koruma” sloganlarını öne çıkarıyor.
Bu durum da işçi sınıfının diğer taburlarını sınıfın kendi mücadele araçlarıyla isyana katılmaktan alıkoyuyor. Sendikalar, bilhassa Huerta’nın gözaltına alınmasından sonra 2020 isyanına göre çok daha hızlı bir konum aldılarsa da sınıf vurgusu yapmaktan henüz imtina eder hâldeler. Sınıfın örgütsüz kesimleri, bilhassa da beyazlar, zaten Trump’ın oy deposu vaziyetinde şimdilik. Eğer bu isyan, sınıfın giderek daha büyük kısımlarını kapsayamaz, soyut bir demokrasi meselesi yahut dar anlamda göçmen hakları meselesiyle sınırlı kalırsa çok daha kolay yenilir.
İkincisi, ilk noktanın mantıksal sonucu gibi aslında. Los Angeles kitlesi, polisle mücadelede tecrübelidir, bunu yukarıda anlattık. İsyan Los Angeles bölgesinden uzaklaşıp başka kentlere yayıldıkça bu örgütlülük ve tecrübe de ortadan kalkıyor. Her şehirde farklı düzeyde bir örgütlülük ve disiplin anlayışı görülüyor. Ancak genel tablo, bir ya da birkaç örgütün çağrısı sonucu irili ufaklı kitlelerin şu ya da bu konumda (mahkeme önü, şehir meydanı vb.) buluşup, eylem planı ya da rol dağılımından habersiz biçimde slogan atması şeklinde. Örgütsüz ve disiplinsiz eylemler, polise çok daha kolay kurban veriyor. Kitle, eylemin orta yerinde nereye gideceğini bilemeyip bölünüyor, polise yem oluyor.
Üçüncüsü, isyanın doğrudan öznesiyle ilgili. Paramount ve giderek tüm Los Angeles bölgesinde göçmen işçiler, kendilerini, ailelerini, komşularını ve iş arkadaşlarını korumak için müthiş bir kahramanlık gösterdi. Ancak bu kitleden uzun vadede sokağa çıkması, sokakta kalması beklenemez. Sebebi açık: tam da polisten korunacağım derken polis barikatlarının, asker namlularının önüne atlamak, bu kitlenin kendini sınır dışı ettirmesi anlamına gelir. Göstericiler bu durumun farkında. Gerek sloganlarında, gerek eylemlerinde kendilerini polisle göçmen işçiler arasında bir canlı kalkan olarak konumluyorlar. Ancak bu, gösterilere katılan kitle ile isyanın esas kaynağı arasında bir yarılmaya sebep oluyor. Bazı örgütlerin göçmen mahallelerinde eylem yapma çağrısının bizzat mahalle sakinlerince eleştirilmesi, bu durumun en büyük örneği.
Bunlar, isyanın iç çelişkileri. Bir de genel olarak isyanın toplumun geneliyle yaşadığı çelişkiler var.
Bunlardan en başatı, elbette Trump yönetimiyle yaşanan ve daha en başından itibaren fiziksel şiddete bürünmüş çelişki. Trump, ilk Başkanlık dönemine kıyasla çok daha sert ve olayların sürücü koltuğuna çok daha sağlam yapışmış vaziyette. Yine 2020 Floyd isyanıyla kıyas faydalı olur. Trump, o dönem de Ulusal Muhafızlar’ı harekete geçirmeye çalışmış, ancak bizzat ordudan yükselen itirazlar sonucu bunu yapamamıştı. Kendine karşı gelen generalleri emekliye ayırmaya kalkınca da mesele, devlet erkânı içinde bir kör dövüşüne dönmüş, Trump’ın seçimi kaybetmesiyle de askıya alınmıştı. Şimdi ise Trump, daha görev süresinin başında, dolayısıyla meselenin seçimle durulması gibi bir durum yok. Ne Ulusal Muhafızlar’ın, ne de bahriyelilerin sahaya sürülmesine silahlı kuvvetlerden çıt çıkaran yok. Demokratlar’ın eleştirileri ise ya yukarıda gördüğümüz gibi “Yerel yönetimlere saldırı”, ya da “Askeri devreye sokmak aşırıya kaçıyor” temalarıyla sınırlı. Yukarıda gördüğümüz üzere, bu ideolojik çizginin pratikteki yansıması, kitlenin mücadelesine destek değil köstek olacak uygulamalar (sokağa çıkma yasağı, polis şiddeti vb.).
Bu son noktayla iç içe geçen ikinci bir çelişki, isyanın Demokrat Parti’yle ilişkisi. Demokrat Parti, gördüğümüz üzere isyana narkoz verme peşinde. Newsom ve avanesinin derdi, göçmenleri yahut işçileri savunmak değil, devlet bürokrasisi içinde Trump’ın ve temsil ettiği burjuva sınıf diliminin kendilerini yerlerinden etmelerini engellemek. 2020’de yaptıkları gibi isyan dalgasını bu dar emellere kanalize etmeye çalışıyorlar. Bunu yapmanın yegâne yolu da göç ve işçi hakları konularında Trumpgillerden çok da farklı düşünmeyen burjuvazinin küreselci kanadını ürkütmemeye çalışmak. Los Angeles polisinin ve belediyesinin uygulamalarının da, Newsom’un barış çağrısının da, Demokrat senatörlerin Trump’ı ancak ve ancak aşırıya kaçmakla suçlamasının da sebebi bu.
Öte yandan, Demokratlar’ın dar sınıf çıkarlarını korumak için verdikleri çabanın harekete burjuvazinin iç çelişkilerinden yararlanma olanağını sağladığı vurgulanmalı. Örneğin Newsom, merkezî hükümeti eyalet haklarını ihlâl etme suçlamasıyla dava etti. Bu da bahriyelilerin şehri basmasını şimdilik geciktirdi.
Ancak bu demek değildir ki Amerikan burjuvazisinin bir kesiminin, emperyalizmin ve Siyonizmin temsilcisi olan bu parti, bir işçi isyanının müttefikidir. Yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi, Newsom da en az Trump kadar, üstelik çok da farklı olmayan yollarla, isyanın önünü kesmek için elinden geleni yapıyor. Newsom’un, Trump’ın merkezî devlete bağlı kuvvetlerine karşı attığı yasal adımlar, ancak ve ancak burjuvazinin sınıf içi hesaplaşmasının bir ürünüdür. İsyan, bu hesaplaşmayı istismar edebilir, ancak ona bel bağlayamaz. Zira kısa vadede isyancıların kendi lehlerine kullanabilecekleri hâkim sınıf içi bu tür çelişkiler, uzun vadede isyana ancak ayak bağı olacaktır. Örneğin daha şimdiden bir Yüksek Mahkeme (bizdeki Anayasa Mahkemesi’nin karşılığı) hâkimi, Newsom’un itirazını geçersiz bularak Trump hükümetine kendini savunma hakkı verdi. Ancak daha da önemlisi, isyanın Demokrat Parti’nin çizdiği sınırlara hapsolması, Trump’a oy vermiş ya da sandığa gitmemiş işçi sınıf taburlarından kopması anlamına gelir ki, bu da polisin ve askerin elini çok rahatlatır. Dolayısıyla isyanın Demokratlar’ın ekseninden koparak işçi sınıfının geniş kesimleriyle buluşması, isyanın bizzat kendi hedefleri için bir hayat-memat meselesi.
Sonuçlar ve olasılıklar
Durum bu şekilde, çok yönlü olarak sürüyor. Belli ki isyan bir müddet daha büyüyerek sürecek. Peki siyasi ufukta ne görülüyor? İsyan, yukarıda saydığımız iç ve dış çelişkilerin ardında ezilecek ve sönümlenecek mi? Yoksa yayılmaya ve sertleşmeye devam mı edecek? Her iki senaryonun siyasi sonuçları ne olur?
En son sorduğumuz soruyu en başta cevaplayalım. İsyanın bastırılması, Trump’ın faşizmini ülke sathında perçinlemesi anlamına gelir. Daha şimdiden Trump’ın olağanüstü hâl ilan edip etmeyeceği tartışılıyor. Öyle bir durumda hâlihazırda uygulanan tüm hukuksuz baskınlara, polis dayağına, halkın üzerine asker salınmasına, insan avcılığına yasal zemin hazırlanır. Zaten kuşa dönmüş olan demokratik hak ve hürriyetler tamamen ayaklar altına alınır. Sendikal faaliyet, toplanma ve gösteri hakkı, göçmenlerin zaten kâğıttan ince vaziyetteki yasal korumaları iyice tehlikeye girer.
İsyanın gerek üzerindeki baskıyı, gerek gayet olası bir olağanüstü hâl rejimini geriletmesinin tek bir yolu var: giderek daha fazla bölgeye yayılarak baskıları delip geçmek. Bunun da yegâne yolu, giderek daha geniş işçi kesimlerinin Paramount’taki sınıf kardeşlerinin yanına sınıfın mücadele araçlarını kullanarak, yani grevlerle, iş bırakmalarla, hiçbiri olmuyorsa iş yavaşlatmalarla geçmesi. Bu ikinci senaryo gerçekleştiği anda Trump, Trump’lığını yapamaz olur. Trump devrilir demiyoruz. İş o raddeye varır mı bilemeyiz. Ama şimdiki faşist saldırının hızı müthiş kesilir.
Ancak burada işin kördüğüm olduğu noktaya geliyoruz. Yukarıda saydığımız tüm çelişkiler, isyanın işçi sınıfının içinde kök salmasını engelleyen olgular. İsyan yayılabilir, ama sınıf karakterini kaybetmek, hatta korumaya çalıştığı kitleyle (göçmen işçiler) bağlarını zayıflatmak pahasına. Los Angeles havalisinde toplumsal koşullar sebebiyle kendiliğinden var olan birlik, başka şehir ve bölgelerde bilinçli olarak inşa edilmek zorunda. Bu esnada Demokrat Parti de isyanı bir yandan soğurmak, bir yandan da kendi çıkarlarına massederek yalnızlaştırmak için var gücüyle çalışacaktır. İsyanın bu tuzağa düşmemesi hayati önemde.
Bu kördüğümü çözmek, bilinçli bir önderliğin işi olabilir ancak. Sendikaları harekete geçirmek, göçmenler haricindeki işçi kesimlere bu saldırının sadece göçmenlere değil bütün sınıfa yönelik olduğunu anlatmak, düzensiz ve disiplinsiz eylemleri disipline sokmak için kitleye temel güvenlik eğitimi vermek, Demokratlar’ın tuzaklarına düşmeden yasal olanakları istismar, göçmen mahallelerinde polis baskınlarını önlemek, kendiliğinden bir isyanın tek başına üstesinden gelebileceği görevler değildir. Öte yandan, tüm bu görevlerin hakkından gelebilmek de kitlelerden tamamen kopuk bir önderliğin harcı değildir. Bilinçli bir önderliğin böyle bir kriz anında bir yandan kitlelerin nabzını tutabilmesi, öte yandan onların önüne düşüp yol gösterebilmesi gerekir.
ABD solunun ufkunda bu zorlu göreve namzet tek bir örgüt dahi maalesef bulunmuyor. Çoğu işçi kesimlerden uzun yıllardır kopuk hayat sürdüren irili ufaklı bir yığın sol fraksiyon, ne nitelik (yani sınıfla organik bağ ve proleter sosyalizminin kavranışı) ne nicelik (örgüt büyüklüğü ve kaynakları) açısından bu vazifelerin isterlerinin yanından bile geçemez.
Bu durumun nicelik bakımından tek kısmî istisnası, Amerika’nın Demokratik Sosyalistleri (İngilizce kısaltması DSA) olabilir. 2016’dan bu yana büyüyerek Amerikan siyasetinde yer edinmiş bu çatı örgüt, ülke çapında 77 binin üzerinde üye sayısı, geniş propaganda platformları ve maddî kaynaklarıyla isyana faydalı biçimde müdahîl olabilecek tek yapı. Ancak bu örgütte de işin sınıf karakterini açıkça gören, ona göre konum alan bir açıklama ya da seferberlik hâli görülmüyor. Yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için vurgulayalım. Elbette bu örgütün üyeleri, eylemlere katılıyor, çevrelerini harekete geçirmeye çalışıyor, göçmenleri savunmak için hamlelerde bulunuyor ve saire. Ama kitleleri örgütlemek, onlara yol göstermek, isyanın doğrudan sınıf karakterini vurgulamak adına bir şey yapmıyor. Kitlelerin güvenini kazanarak isyana yön vermek yerine kitlelerin kendiliğinden eylemlerinin peşine takılıyor en fazla. 2020’deki Floyd isyanında da böyle olmuştu, 2023’te başlayan Filistin eylemlerinde de.
DSA’nın elini kolunu bağlayan ikinci bir olgu, örgüt liderliğinin yarısından fazlasının Demokrat Parti’nin kuyruğundan ayrılmaktan öcüden kaçar gibi kaçması. Örgütün içinde Demokratlar’dan ayrılıp bağımsız bir parti kurma taraftarlarıyla bu tutumu “sorumsuzluk”, hatta “sekterlik” sayanlar arasındaki kavga, yıllardır keşmekeş vaziyette. Ancak yukarıda bahsettik: isyanın Demokrat Parti’den bağımsızlaşması, sağ kalmasının ön koşulu. DSA, bu gerçeği kabul etmeden isyanın önüne düşmek şöyle dursun, arkasından nal bile toplayamaz.
Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda durum umutsuz görünebilir. Şu anda isyanın geleceği için endişelenmeye bin bir sebep var. Ancak isyan bu: kitlelerin yaratıcılığı ve devrimcilerin azmi insanı hayrete düşürebilir. Tarih boyunca düşürmüştür de. Amerikan solunun tarihî görevlerini idrak ederek vazifeye koşmasını umuyoruz.